Hayvanları deli gibi sevmeme rağmen şu kımıl kımıl yürüyen çok bacaklılarla aramı bir türlü düzeltemedim. Liste uzun ama benim favori korkumun ismi hamam böceği. Yani tamam beni yemez ama gördüğüm anda ya çığlığı basıp son sürat ortamdan uzaklaşıyorum ya da tüm sesimi yutup ıyyyy şeklinde bir tepki, ürperen bir vücut ve halay çeken tüyler eşliğinde kaskatı kesiliyorum. Buraya resmini koyamayacak kadar tiksiniyorum kendisinden.
Kendimi bildim bileli korkarım hamam böceklerinden. Hani şu koyu kırmızıyla siyah arası renkte, slim vücutlu, antenli arkadaşlardan bahsediyorum. Hatırlıyorum da çocukken üç katlı bir apartmanın en alt katında oturuyorduk Gece uyurken birden sıçradım yerimden. Zifiri karanlıkta, gözlerim yarı açık-yarı kapalı, kapının arkasında kıpırdayan siyah bir şey fark ettim. Yataktan kalkmadan anneme seslenmeye başladım. Annem uyandı, yanıma geldi. "Anne kapının arkasını kontrol eder misin, galiba böcek var."dedim. Annem kabus gördüğümü düşünerek ışıkları bir açtı ki, kapının arkasında yan gelip yatmış, parmak boyunda bir hamam böceği. Antenleri falan tam takım yani. Nasıl olduğunu bilmiyorum ama böceklere karşı çok hassasım, aramızda çok derin bir bağ var. Arkamda yürüseler hissediyorum, o derece yani:)
İlkokuldaydım. Babaannemlerin bahçesinde bir söğüt ağacı vardı, altında oturmayı çok severdim. Güneşli bir öğle vakti yine oturuyorum. Saçlarım açık, bir kaç tel yüzüme geldi, elimle arkaya ittim, tekrar geldi, tekrar ittim. İnatçı saçlar yüzüme tekrar değince, bu defa elimi atmadan gözlerimi alnıma doğru kaldırdım. Allah allah, saç tellerimde ne kadar çok eklem vardı!
Sırtımdan soğuk terler boşandı, gözlerimi kapatıp iki avucumla yüzümü sıvazladım. Sonra avuçlarımı açtım. Hani şu ortası minnacık ayakları bir metre olan örümcekler var ya, işte o sevimli arkadaşlardan biri ağaçtan başıma inmiş, bacaklarıyla suratımı tırmalayıp duruyormuş meğer:) Hiç sesimi çıkarmadım, bağırsam da duyacak kimse yoktu, ellerimi çırptım, sonra üzerime sildim. Örümcek yere düştü, ben de hızlı adımlarla oradan uzaklaştım, bir daha da o ağacın altına girmedim.
Ankara'da oturduğum ilk evde de bir Chilopoda maceram olmuştu ki evlere şenlik. Chilopadalar çok özel canlılardır. Koskoca Ankara'da buluşma şerefini, hamam böceklerine son derece düşkün, örümceklerle arası iyi ve ilk evinde yeni hayatına başlamak üzere olan benim gibi birine bahşetmeyi uygun bulmuşlar. Allah razı olsun:) Annemler geldi, evi yerleştirdiler ve gittiler. Kardeşim Banu bir kaç gün benimle kalacaktı. İyi ki de kalmış. Evin oturma odasında civciv sarısı bir halıfleks vardı, her tarafı kaplıyordu. Biz de rahat ederiz diye ilk gece yere yatak yaptık ve Banu'yla beraber uyuduk.
İkinci gün akşam oturuyoruz, kardeşimin koltuğunun bulunduğu duvar dibinden ışık hızıyla bir şey fırladı ve önce odanın ortasına, ardından koridora yöneldi. Halı sarı ama o ışık hızıyla geçen şey de sarı, hem de altın sarısı. Ben hiii şeklinde içimi çektim, zaten ses falan gitti o esnada. Kardeşim de benimle birlikte refleks olarak koltuğun tepesine çıktı. Bir cesaret koltuktan inip koridora yöneldik ki ne görelim, koridorun tam ortasında 10-15 cm uzunluğunda bir Chilopoda. Banu şimdi bile nereden geldiğini anlamadığı bir cesaretle evin kapısının arkasında duran faraşı aldı ve hayvancağızın kafasına sapık katil Norman Bates gibi ardı ardına faraşı indirmeye başladı. Ta ki, hayvan ezilip cesed-ül hayriyeye dönüşene dek:)
Sonra da faraşla hayvandan arta kalanları temizleyip dışarıya attı. Betimiz benzimiz attı ama içeriye Banu'ya yaptığım coşkulu tezahüratla girdik. Daha oturduk oturmadık derken bu defa ilkinin bir numara küçüğü aynı yerden yine ışık hızıyla çıktı. İlginçtir, o da aynı yolu izleyip koridora yöneldi. Ben artık ruhumu teslim etmeye hazırlanıyordum ki, Banu tecrübesini konuşturarak ayağa kalktı ve bu defa tek hamlede yavru Chilopada'nın hayatına son verdi.
İkinci cesedin kalıntıları da temizlendikten sonra bitkin halde içeriye döndük ve bir gece önce yerde yattığımızı hatırlayarak tekrar ürperdik. Yatağın içine falan girseler ne yapardık gerçekten bilmiyorum. Chilopoda da neyin nesiymiş derseniz, ben hayvana biraz kişilik katmak için yunanca ismini kullandım, yoksa sıradan bir centipede diye de aşağılayabilirdim. Aman beee, bildiğiniz çıyan işte, sarı çıyan:)
Ondan sonra taşındığım ev kutu gibi çok cici bir evdi, ta ki ilk hamam böceğiyle tanışana kadar. Bir gece su içmek için kalktım ve yan gözle baktığım halının üzerinde yürüyen şeyi, onca desenin arasından fark ettim. Terliklerle yaptığım çeşitli atış talimleri neticesinde böceği öldürdüm. Ertesi gün marketten 4-5 kutu böcek ilacı, tabletler, uzun uçlu sprey ilaçlar falan ne bulduysam aldım. Artık elimde bir hamam böceği çiftliğine yetecek kadar mühimmat vardı. O tabletler var ya uyuyan düşmanı uyandırmaktan başka bir şeye yaramıyorlar söyleyeyim.
Daha ilk gece tam 5 tane hamam böceği çıktı. Besin deposunu gören kendini dışarı atıyor. Bense o beş canavarı öldürmek için yarım metre öteden sıktığım spreylerle tüm mühimmatı bir gecede tükettim. Neredeyse zehirleniyordum. Sonra apartmanda ilaçlama falan yapıldı ama ben soğumuştum artık evden. Bir odadan diğerine geçerken bile tedirgin oluyordum. Neyse ki sonradan oturduğum evlerin hiçbirinde en ufak bir örümcekle bile karşılaşmadım. Üstelik hepsinin önü arkası bahçeli, müstakil evlerdi.
Bu konuya nerden geldim peki? Bizim büroda hamam böceği çıkmaya başladı, ilaçlama yapılacak. Daha önce minicik yavrular çıkıyordu, ilaçlamadan sonra kesilmişti. Şimdi çıkanlar büyüyüp serpilmiş olarak arz-ı endam ediyorlar. Sabah mutfakta gördüğüm hamam böceği karşısında öyle bir çığlık attım, o kadar korktum ki sanırım ömrümün bir kaç yılını oracıkta tükettim. Bu yazının tek sorumlusu odur yani:)
İlkokuldaydım. Babaannemlerin bahçesinde bir söğüt ağacı vardı, altında oturmayı çok severdim. Güneşli bir öğle vakti yine oturuyorum. Saçlarım açık, bir kaç tel yüzüme geldi, elimle arkaya ittim, tekrar geldi, tekrar ittim. İnatçı saçlar yüzüme tekrar değince, bu defa elimi atmadan gözlerimi alnıma doğru kaldırdım. Allah allah, saç tellerimde ne kadar çok eklem vardı!
Sırtımdan soğuk terler boşandı, gözlerimi kapatıp iki avucumla yüzümü sıvazladım. Sonra avuçlarımı açtım. Hani şu ortası minnacık ayakları bir metre olan örümcekler var ya, işte o sevimli arkadaşlardan biri ağaçtan başıma inmiş, bacaklarıyla suratımı tırmalayıp duruyormuş meğer:) Hiç sesimi çıkarmadım, bağırsam da duyacak kimse yoktu, ellerimi çırptım, sonra üzerime sildim. Örümcek yere düştü, ben de hızlı adımlarla oradan uzaklaştım, bir daha da o ağacın altına girmedim.

İkinci gün akşam oturuyoruz, kardeşimin koltuğunun bulunduğu duvar dibinden ışık hızıyla bir şey fırladı ve önce odanın ortasına, ardından koridora yöneldi. Halı sarı ama o ışık hızıyla geçen şey de sarı, hem de altın sarısı. Ben hiii şeklinde içimi çektim, zaten ses falan gitti o esnada. Kardeşim de benimle birlikte refleks olarak koltuğun tepesine çıktı. Bir cesaret koltuktan inip koridora yöneldik ki ne görelim, koridorun tam ortasında 10-15 cm uzunluğunda bir Chilopoda. Banu şimdi bile nereden geldiğini anlamadığı bir cesaretle evin kapısının arkasında duran faraşı aldı ve hayvancağızın kafasına sapık katil Norman Bates gibi ardı ardına faraşı indirmeye başladı. Ta ki, hayvan ezilip cesed-ül hayriyeye dönüşene dek:)
Sonra da faraşla hayvandan arta kalanları temizleyip dışarıya attı. Betimiz benzimiz attı ama içeriye Banu'ya yaptığım coşkulu tezahüratla girdik. Daha oturduk oturmadık derken bu defa ilkinin bir numara küçüğü aynı yerden yine ışık hızıyla çıktı. İlginçtir, o da aynı yolu izleyip koridora yöneldi. Ben artık ruhumu teslim etmeye hazırlanıyordum ki, Banu tecrübesini konuşturarak ayağa kalktı ve bu defa tek hamlede yavru Chilopada'nın hayatına son verdi.
İkinci cesedin kalıntıları da temizlendikten sonra bitkin halde içeriye döndük ve bir gece önce yerde yattığımızı hatırlayarak tekrar ürperdik. Yatağın içine falan girseler ne yapardık gerçekten bilmiyorum. Chilopoda da neyin nesiymiş derseniz, ben hayvana biraz kişilik katmak için yunanca ismini kullandım, yoksa sıradan bir centipede diye de aşağılayabilirdim. Aman beee, bildiğiniz çıyan işte, sarı çıyan:)
Ondan sonra taşındığım ev kutu gibi çok cici bir evdi, ta ki ilk hamam böceğiyle tanışana kadar. Bir gece su içmek için kalktım ve yan gözle baktığım halının üzerinde yürüyen şeyi, onca desenin arasından fark ettim. Terliklerle yaptığım çeşitli atış talimleri neticesinde böceği öldürdüm. Ertesi gün marketten 4-5 kutu böcek ilacı, tabletler, uzun uçlu sprey ilaçlar falan ne bulduysam aldım. Artık elimde bir hamam böceği çiftliğine yetecek kadar mühimmat vardı. O tabletler var ya uyuyan düşmanı uyandırmaktan başka bir şeye yaramıyorlar söyleyeyim.
Daha ilk gece tam 5 tane hamam böceği çıktı. Besin deposunu gören kendini dışarı atıyor. Bense o beş canavarı öldürmek için yarım metre öteden sıktığım spreylerle tüm mühimmatı bir gecede tükettim. Neredeyse zehirleniyordum. Sonra apartmanda ilaçlama falan yapıldı ama ben soğumuştum artık evden. Bir odadan diğerine geçerken bile tedirgin oluyordum. Neyse ki sonradan oturduğum evlerin hiçbirinde en ufak bir örümcekle bile karşılaşmadım. Üstelik hepsinin önü arkası bahçeli, müstakil evlerdi.
Bu konuya nerden geldim peki? Bizim büroda hamam böceği çıkmaya başladı, ilaçlama yapılacak. Daha önce minicik yavrular çıkıyordu, ilaçlamadan sonra kesilmişti. Şimdi çıkanlar büyüyüp serpilmiş olarak arz-ı endam ediyorlar. Sabah mutfakta gördüğüm hamam böceği karşısında öyle bir çığlık attım, o kadar korktum ki sanırım ömrümün bir kaç yılını oracıkta tükettim. Bu yazının tek sorumlusu odur yani:)