Biz kadınlar çok severiz ayakkabılarımızı. Her renkten her türden ayakkabıya asla hayır demeyiz, her giysimize uygun onlarca ayakkabımız olsa da, "hanımefendi, bu modelimiz yeni geldi, bir deneyin, size de çok yakışacak" gibi pazarlama sözcüklerine balıklama atlarız.
Eski Yunanlılar gibi, banyoya bile ayakkabıyla girecek halimiz yok ama,bize de sorulsa herhalde mezarımıza gömülmesinde sakınca yok derdik Mısırlılar gibi.
Oysa herşey tahta sandallarla başladı. 14. yüzyılda upuzun burunlar, hemen arkasından mantar topuklar, 17. yüzyılda ise "evet, nihayet" dedirten yüksek topuklu çizmeler girdi tarihin sayfalarına. 1720'lere kadar kare olan burunlar (Aman Yarabbi!!), bu tarihten sonra yerini yuvarlak burunlara bıraktı. 18. yüzyılda kadın ayakkabılarında ilk kez saten kullanıldı, tabi o devrin çamurlu yollarına ne kadar dayanılabilirse... Aynı yüzyılın sonlarına doğru topuk tamamen piyasadan kalktı. Ancak bir yüzyıl sonra sevgili topuklar geri geldi, hem de tüm ihtişamıyla. Artık kadınlar çalışan ve spor yapan insanlar haline gelmişti. Ne garip değil mi? Bu durum farklı alanlarda kullanılacak ayakkabı ihtiyacını doğurdu ve daha dayanıklı ve kaliteli ayakkabıların yapımına da böylece başlanmış oldu.
Osmanlı'da ise en dikkat çeken tarafı, ayakkabıya verilen isimler. Bu isimleri; başmak, cimcime, çapula, çizme, çedik, edik, fotin, galoş, mest, kalçın, kundura, merkub, nalın, sandal, tomak ve yemeni gibi sıralayabiliriz.
19. yüzyılın sonlarına kadar Türkiye'de ayakkabıcılık tümüyle el yapımına dayanıyordu. Kadınların ayakkabı konusundaki bitmek bilmeyen iştahını gözönüne alırsak, makinayı icat eden yüce şahsiyete sevgi ve selamlarımı gönderiyorum bu yazıyla. Ruhu şad olsun.
Yorumlar
Teşekkürler...
Aslım, beğenmene sevindim canım:)
Thanks for the visiting in my blog!
Kisses from Brazil,
jud-artes.